Çöl Hırsızlar 1. Bölüm “Akrep”
- Zumrut Tanrioven
- 7 Tem
- 22 dakikada okunur

Bahar kokusu, bahara satış için gelmiş çiçeklerin bonkörlüğüyle her yeri sarmıştı. Kendini en parlak hâliyle gösteren güneş, şehrin üstünde ışıktan bir şemsiye oluşturmuştu. Bugün, her günden daha fazla insan şehrin meydanındaki pazarda dolanıyordu. Bahar kokusuyla rahatladığını iddia eden güzel kadının, kocasının koluna sarılışı gibi onlarca sahne vardı etrafta. Pazarın girişinde bulunan baharatçılar, sıcağa yayılan kokularıyla insanı kendine çekiyordu. Çeşit çeşit baharat, rengârenk bir şekilde hasır sepetleri dolduruyordu.
Pazarın neredeyse beş yüz metre uzağında balıkçılar başlıyordu. Leğenlerin içinde alıcı bekleyen yengeçler, mürekkep balıkları çırpınıyorlardı. Burası ise pazarın girişinden çok farklıydı. Çekilmez bir kokusu vardı. Yiyeceğiniz şeylerin tadı sizi motive edemiyorsa buraya gelmeyi istemezdiniz. Ancak balık bu çölden yapılmış şehre nadiren uğrardı. Uzun kervanlar ve atlarla getiriliyorlardı. Bu, bir haftalık yol ve bir hayli yüksek maliyetler demekti. Fakat tazeliğinden emin olabilirdiniz çünkü yol boyunca yaşamaya devam ederdi bu balıklar. Yine de asla bütün bir şehre yetecek kadar olamadıklarından çok pahalı ve az sayıdalardı. Küçük balığı cebine atan çocuğu saçlarından yakalayan satıcının da öfkesi bundan ileri geliyordu. Bu değerli etler, zümrütten bile mühimdi.
- Seni küçük hırsız, çabuk çıkar o cebindekini.
Öfkeli satıcı, çocuğu çekiştirmeye başlamıştı. Böyle alıp kaçamayacaktı. Çocuk bile olsa bu balıklar bedava değildi ve almaya gücü yoksa balıkla beslenmek zorunda değildi.
Satıcı çocuğu çekiştirmeye devam ederken omzunu tutan elle irkildi. Korkuyla bir anda çocuğu bıraktı, çocuk fırsatı bulduğu için kalabalıkta kayboldu. Satıcı daha çok öfkelenmişti, gözlerini kısmış hâlde döndü arkasındaki adama. Adam beyaz bir cübbe giyiyordu. Bu çölde renk olarak uygun olsa da o kadar sık görülen bir tarz değildi. En azından çevre şehirlerden bile olmadığı çok belliydi. Aslında onun nereye ait olduğunu anlamak da bir hayli zordu. Gözleri yeşillenmeye yeni başlamış toprak gibi parlıyordu. İri gözleri o kadar delici bakıyordu ki satıcı hiçbir şey söyleyemeden onun gözlerine bakakaldı. Üstelik neredeyse kendinden iki kat daha uzundu. Oldukça yapılı ve gizemli bir adamdı. Bir seferde satıcıyı tuzla buz edebilecek güce sahip görünüyordu. Bu yüzden satıcı normalde vereceği tepkisini bir hayli sakin bir şekilde veriyordu. Ancak satıcının beklediğinin tersine adam konuştu:
- Çocuğun borcu ne?
Farklı bir aksanla konuşmuştu yabancı, sesinin vurgusunun yumuşak olmasından memnun kalmıştı. Satıcı geri çekilirken üzerini düzeltti, adamın gözlerine çok bakmamaya çalışarak:
- On sekiz kâğıt, dedi.
Yabancı, cebinden çıkarttığı kâğıtları satıcıya uzattı. Gitmeden önce satıcı onun gülümsediğine yemin edebilirdi. Ancak emin de olamıyordu çünkü ifadesi çok ciddi ve sertti.
- Çocuğun çaldığı kadar varmış.
Adam sonra bir anda kalabalığa karışmıştı. Etrafta az önce hiç olmamış gibi kendini kaybetmişti. Satıcı hâlinden memnun bir şekilde tezgâhının başına döndü. Her ne kadar birkaç balığı daha alınmış olsa da bunu fark edebilecek durumda değildi. Keyfi yerindeydi. Siftahını yapmış ve aslında değerinden çok parayı da cebine indirmişti. Pazarın, balıkçılar kısmından çıkan çocuk elindeki balıklara bakarak gülümsüyordu. Bugün, uzun zamandan sonra unutulmaz bir ziyafeti olacaktı. Çöl Şehri, hayatı boyunca deniz görmemiş bir sürü insanla doluydu. Ancak balık, bildikleri denize dair tek şeydi ve bu konuda herkes çok titizdi. Balık sevilirdi. Özenilir ve değerli görülürdü. Bu nedenle deniz onlar için kutsallaşan bir dünya olarak yer edinmişti. Çocuğun bu ziyafetin keyfiyle “Yaşasın deniz!” şeklinde bağırması da bu yüzdendi.
Yabancı ise pazarın dışındaki hanlardan birine doğru yürürken çölün akşama doğru esmeye başlayan rüzgârlarına karşı cübbesini savuruyordu. Hana girdiğinde büyük bir mücadelenin verileceğini bilmeyen şehre üzüldü. Bazı zor kararlar almak zorundaydı.
Yine de bu, çocukları sevmediği anlamına gelmiyordu.
***
Handa oturan kalabalığın gürültüsü akşam ilerledikçe daha da artmaya başlıyordu. Her bira yerini yenisine bırakırken kahkahalar güçleniyordu. İnsanları konuşturmak çok kolaydı. Hele de güzel, keyifli bir hanınız varsa bu iş daha da kolaylaşıyordu. İyi yapılmış bir bira, yanına birkaç dilim turta ve belki de harika insanlardan oluşan komşular... Bazıları zengin ailelerin ne yapacağını daha bulamamış olan ergen çocukları bazıları askerlerin o sıkıcı üslerini terk etmiş, birkaç kadınla tanışmanın derdindeki adamlar bazıları sadece iki kişi, şehrin diplomasisini konuşmaya meyilli tarihçiler ya da sarayın çalışanlarıydı. Her kim olursa olsun şu anda bu iri omuzlu adamın dikkatini çeken masa kadar önem arz etmiyorlardı. Üç kişilik hırsız çetesi, herkesin gözüne görünmeyen bir ekip olabilirdi ama bazen bazı şerleri sadece onlar yapabilirdi.
Han iki katlı, tavanı çok da yüksek olmayan bir yerdi. İçerisi çölün sıcaklığından uzaktı. Serin ve ferahtı. Bu şehrin hiçbir yerinde şömine bulunmazdı. Bu topraklarda buna ihtiyaç olmazdı. Neredeyse her yer kalın, özel kumaşlardan perdelerle kaplıydı. İçerideki kalabalık, bu mekânın bu kadar gizli olmasını çok severdi. Kimse “Geçerken seni Akrep’te gördüm.” diyemezdi. Kimse bu pencerelerin ardında olanı biteni pek bilmezdi. Buranın kendi müdavimleri vardı. Şehirde her bölge kendi müdavimlerine sahipti. Ama Akrep, şehrin en yoğun yerlerinden biri ünvanını yıllardır kimseye kaptırmamıştı. Herkes bu popülerliğin hanın binasının güzelliğinden, genişliğinden ya da merkezde bulunmasından kaynaklandığını söyleyebilirdi ancak en önemli sebebin gizli olmasından kaynaklandığını kabul etmek gerekirdi.
Hanın ufak tefek sahibi Juno, elli altı yaşındaydı. Saçları hâlâ bir kömür kadar siyahtı ve sakalları da buna başkaldırmamıştı. Aynı siyahlıktaki gözleri de onu baştan sona bir Doğulu yapıyordu. Yıllardır sahibi olduğu bu han dışında hiçbir yeri ya da evi yoktu. Tek sahip olduğu şey Akrep’ti. Bu yüzden buraya özellikle düşkündü ve gelen giden herkesi bilirdi. Başının belaya girmesini istemezdi. Mekânının elinden alınması ihtimali en büyük kâbusu olurdu. Juno, bu yüzden ilk kez gördüğü yabancının yanına ilerlerken tedbirliydi. Tanımak için onu inceliyordu. Olup bitenin ne olduğunu gözlemlemeye çalışan bir dedikoducu mu yoksa vahşi bir katil mi olduğunu anlamanın tek yolu sanki ona bakmakmış gibi.
- İri adam! Bira mı getireyim, kaburga mı?
Konuştuğu adam da ondan hiç beklenmedik bir içtenlikle dişlerini göstermeden gülümsedi. Sanki ondan hoşlandığını anlatır gibiydi. Konuştuğunda pes bir tonla yayılan sesi Juno’yu bile etkilemişti.
- İkisinden de senin için bir sorunu yoksa.
Efsuncu içtendi ve sesi oldukça yumuşak çıkmıştı. Bu cevap Juno’yu içtenlikle gülümsetmişti. Ama çekilmeden önce adamın oturduğu masayı silmek için bezini çıkardı.
- Buraya yeni mi taşındın? Gezgin misin? Seni daha önce hiç görmedim.
- Birini öldürmem gerekiyor, dedi adam. Bunu oldukça doğal söylemişti. Sıradan bir iş günü gibi.
Juno yüzünde oluşan ifadeyi belli etmemek için bezi bulaşık önlüğünün cebine sıkıştırıp siparişi getirmek için mutfağa gitti. İri adam hancının arkasından gülümsemesini genişletti. İnsanlar bunu hep korkutucu buluyordu. Üstelik saraylarda her gün onlarca hizmetçi öldürülüyordu. Hatta hırsızlık yapan çocukları pazarcılar döverek öldürüp kumun üzerinde, gecenin çöl fırtınasında gömülmeye bırakıyorlardı. Yine de söylenmediğinde bunlar olmamış gibi davranılıyordu. İş ciddiye bindiğinde herkes gözlerini katilden kaçırıyordu. Adam, gözlerini mutfağın kapısından hırsızlara çevirdi.
***
Gece yarısını geçerken han yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı. Bugün yorgun geçen bir gündü. Kalabalık ve pazarın en yoğun zamanıydı. Pazar için kendini dışarıya atan herkes bir şekilde eğer müdavimlerden biriyse yolunu Akrep Hanı’na düşürürdü. Bugün bütün ticari teslimlerin, denizden yemeğin geldiği gündü. Bugün herkesin çok çalıştığı günlerden sadece biriydi. İri adam kaburganın son parçasını yerken birasını bitirdi. Et, uzun ömrü boyunca en çok sevdiği şeydi. Midesini mutlu eden lezzetli pişmiş bir et için her şeyi yapabilirdi. Bu süre boyunca efsuncu, bütün gece gölgelerden hırsızları izlemişti. Ufak tefek bir kız vardı aralarında. İlgisini çeken oydu. Daha az dikkat çekiyordu. Çikolata rengi saçlarını tepeden bağlamıştı ve neredeyse hiç çizgisi yok denilebilecek kadar az dikkat çekici bir yüzü vardı ancak yüz hatları ve dolgun dudaklarıyla güzel bir kadın olduğunu dikkatli bakıldığında fark etmek mümkündü. En fazla 1.60 boyunda olmalıydı. Çok minyon bir yapısı vardı ve sadece bu yüzden bile fark edilmesi zor olmalıydı.
Hırsızlar gececi olurdu. Onların planları güneşin batmasından çok sonra başlardı. Bu yüzden iri adam da karnı tok ve keyifli bir şekilde izlemeye devam etti. Bekledi. Bir saate yakın onun hareketlerini izledi, onun iş birliği yapabileceği biri olup olmadığını anlamaya çalıştı. Masadaki üç hırsız kalkarken beklediği an gelmişti. Onu izlediğini fark etmiş olduğunu diledi. O zaman onun yeteneklerine daha çok güvenebilirdi. Hırsızlar masaya para bırakıp çıkmak için kapıya ilerlediler. Ancak kız, arkadaşının kulağına bir şey söyleyerek geride kaldı. Efsuncunun dudağında hafif bir tebessüm oluşmuştu.
- Dışarıya çalışmıyorum. Loncadan izin alman gerekiyor.
Kız efsuncuya doğru korkusuzca konuşurken karşısına oturmuştu. Kendinden emindi. Sesi titremiyordu ve çok cesurdu. Onun fiziğinde bir kadın için çok fazla hem de. Zeki olduğunu düşündü adam. Çok zeki olmalıydı.
- Loncanla muhatap olmayacağım, yine de işi dinlemek ister misin?
Kız bir süre adamın gözlerine baktı. Gözlerini hiç kaçırmadı. Onu tartıyordu. Kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Neden onu seçtiğinin cevabını bulmaya çalışıyordu. Ayrıca her hırsız gibi çok temkinliydi. Kafasında kaçış planlarını ve neler olabileceğini tartmadan asla konuşmazdı. Hareketli ve fevri olabilirlerdi ama kesinlikle aptal değillerdi.
- Neden ben? Yanımdakiler benim iki katımdı. Üstelik yetenekli hırsızlardır. Loncanın onları takip etmeyeceğine de eminim. Lonca benim başıma bela.
- Neden?
- Çok büyük işleri hallettim. Çok şey bildiğimi düşünüyorlar. Biz birbirimize güvenmeyiz pek. Hırsızlar dünyası faklıdır.
Efsuncu, kızın alaycılığına gülümsedi. Aslında bu tebessüm hırsızı şaşırtmıştı çünkü adamın ciddiyeti bu mimiği yapabilecek gibi görünmemişti. Efsuncu cevap vermekte gecikmedi.
- Bu yüzden seni seçtim. Cevabını kendin verdin. Para konusu sıkıntı olmaz ama bana iş için zeki, hızlı ve kolayca kamufle olabilecek biri lazım.
- Para hiç sorun olmayacak derken?
- İstediğin kadar, hayal gücün ne kadar istemeye yetiyorsa.
Konuşma başladığından beri kızın gözlerinde ilk kez tedirginlik vardı. Temkin şüpheye, şüphe de tedirginliğe ve endişeye dönüşmüştü. Nasıl bir işe gireceğini anlamaya çalışıyordu. Adam güven verici görünmemişti ama konuştukça farklı hissettiğini fark etti. Güven duysa bile sonunda çok gizli ve asla ne kadar olduğunu önemsememesini önerdiği para vardı. Para sınırsız olduğunda işin ucu hep ölüme çıkardı.
- Pekâlâ, nasıl bir çamur bu?
- Büyük. Bunun sözünü kesinlikle verebilirim. İş çok büyük, riskli, muhtemelen ölümcül.
- Ah, çok açık sözlüsünüz bayım!
- Şafak.
- Ne?
- İsmim Şafak.
- Ah...
Kız gözlerini kıstı. Onunla ismini paylaşması çok da anlaşılır gibi değildi. Hatta daha da korkutucuydu. Ne yapmaya çalışıyordu ki? Zaten belki de gerçek ismi değildi. Yine de bu işin onu heyecanlandıran bir tarafı olacağını düşünmeye başlamıştı. Çok para bu kadar pahalı bir şehirde herkesin hayaliydi. Üstelik lonca da işlerden istediği kadar kazanmasına bir türlü izin vermiyordu. Ayrıca bir de loncanın içinde mücadele etmek zorunda kaldığı o politik oyunlar vardı ki bunlar için sabırsız ve ilgisiz biriydi. Bu yüzden yeterince yükselemediğinden karar alma konusunda sınırları vardı. Lonca liderini severdi. Yine de liderin kendisine bir baba gibi yaklaşıyor olması bile bu durumu düzeltemiyordu. Çünkü hırsızların kendi dinamikleri vardı ve bu asla değiştirilemeyecek bir soğukluğu, ilişkilerdeki samimiyetsizliği ve bolca yalanı beraberinde getiriyordu. Şafak, gözlerini hiç ayırmadan ona bakıyordu. Düşünüyordu. Aklında neler çevirdiğini anlamak istiyordu. Çünkü gözleri parlayan bir kadının düşünceleri her zaman söylediklerinden fazla olurdu.
- İş ne demiştin?
Şafak gülümsedi. Bu soru, ormanın derinlerinde tavşan kapanının kapanışının sesi gibiydi.
***
- Şafak nasıl bir isim, söyler misin?
- Bilmiyorum, ailemin hayal gücü sanırım.
Şafak, bu konuya fazla yorum yapılmasına izin vermeden yanındaki çantasından bir kutu çıkarttı. Kutu neredeyse iki avucu kadardı ve lacivert kadifeyle kaplanmış gösterişli bir şeydi. Hırsızın tek kaşı ilgiyle kalkmıştı. Kilitli olmayan kutuları çekici bulmasa da bu, onun için bile fazla gizemliydi. Şafak, kutuyu açmadan kıza uzattı. Her ne varsa içinde, kızın açmasını istiyordu.
- Bu senin için. İşinde lazım olacak.
Kız soru sormadan kutuyu açtı yavaşça. Heyecanlıydı ancak yine de fazla ilgili görünmemeye çalışıyordu. Şafak, onun gerginliğini de hissediyordu. Nasıl bir şeye bulaştığını tartmaya çalışıyordu hâlâ ancak hiçbir ipucu yoktu.
Kutunun içinde insanı içine çeken yeşillikte bir zümrüt kolye vardı. O kadar çok parlamıştı ki kız anında kutuyu kapattı. Buralarda mücevher her şeydi. Kimse kimsenin mücevher sahibi olmasını doğal karşılamazdı. Kraliçe hariç. Elbette ki onun mücevherleri vardı ve doğal karşılanıyordu.
- Bu, başımı belaya sokacak değil mi?
- Aslında başın hiç içinden çıkamayacağın kadar büyük bir belaya bulaşacak ancak seni koruyacağıma söz veriyorum.
- Sen buradaki tüm belalara yetecek kadar güçlü olduğuna emin misin, bence asıl soru bu olmalı.
Konuşmanın başından beri kız ilk kez bu kadar gerilmişti. Olayın zaten büyük olduğunun farkındaydı ancak şu ana kadar iyi idare etmişti. İşleri değiştiren bu zümrüttü. Bunu yanında taşımayı göze alamazdı. Efsuncu bu şehri tanırdı. Neden bu şekilde düşünüyor olduğunu da az buçuk anlayabiliyordu. Mücevherler saray dışında geren konulardı. Kadınlar bu konudan çekinirlerdi. Hırsızlar ise mücevherle dışarıda asla dolanamazlardı. Onlar satılmak için vardı. Hızlıca şehir dışına çıkarak bir ticaret arabası bulup satmak gereken eşyalardı. Bunu satmayı düşünemiyordu çünkü efsuncu bir şekilde onu germişti. Bunun farkındaydı. Tanımadığı ve gerildiği bu adama karşı da nasıl davranması gerektiğini tam çözememişti. Bu da aynı zamanda ona karşı hata yapmak istemediği anlamına geliyordu.
Hırsız gerginlikten biraz sıyrılmak için kutuyu kaldırarak efsuncuya kolyeyi yeniden gösterdi. Gözleri ona baktıkça hâlâ parlıyordu ama aynı zamanda gerginliği de bir türlü tamamen dağılmıyordu.
- Söyler misin, bunu ne yapmamı istiyorsun tam olarak?
- Bir ekibim var, onlar da sana yolu gösterecek, tek başına mücadele edebileceğini sanmıyorum. Ancak tek başına tamamlamalısın. Kraliçenin zümrüdüyle değiştireceksin.
Kızın kaşları kalktı. Zor olan işin imkânsız olabileceğini düşünmemişti. Üstelik yabancılarla çalışma fikri, hatta yol gösterici bir eklentinin olması bile yeterince kötü bir haberdi. Yalnız çalıştığını anlatmak için daha ne yapmalıydı ki? Loncadakilere ne açıklama yapması gerektiğini bile bilmiyordu. Fark etmeleri çok zor olmayacaktı. Loncalar iş paylaşırdı. Onay verilmeden bir iş alınması onayladıkları bir davranış değildi.
Loncadan habersiz bu işe girmesi bir riskti. Ancak asıl risk işin sarayla ilgili olmasıydı. Kraliçeye kimse bulaşmak istemezdi. Hem onun gücünün hem de babasının gücünün nelere yetebileceğini yıllar önce bu topraklar görmüştü. Bu yüzden lonca da içinden bir hırsızın bu işi yapmasını istemezdi. Bu durumu üstlenmez, korumak için parmağını bile oynatmazdı. Hatta eskiden loncaya ait olduğu bilinirse onların da isminin karalanması işten bile değildi. Tüm bu korkutucu şeyler, yıpratıcı bir şekilde kasırga gibi alıp savururdu onu ve geride kalan herkesi. Hatta bu kendine çok güvenen adamı da lime lime yapabilecek kadar çok güç vardı bu şehirde. Burayı tanıdığını hiç sanmıyordu. Burayı zerre kadar bilmiyor olmalıydı.
- Pekâlâ... Söyler misin, bundan nasıl kurtulacağımızı sanıyorsun? Böyle bir şey fark edildiği an -ki fark edilecektir- hepimiz lime lime oluruz. Ölmüş olmayı dileriz, duydun mu?
Sesindeki korku açıkça kendini belli ediyordu ancak bu yine de Şafak’ı ürpertmemişti. Kılını bile kıpırdatmamış, kaşları bile seğirmemişti. Kendine güveni bir yandan iyi hissettiriyor, bir yandan da daha çok korkmasına neden oluyordu. Ya tamamen aptaldı ki hiç öyle bakmıyordu ya da gerçekten hiç daha önce böyle bir iş yapmamıştı.
- İşi yapmayabilirsin, dedi Şafak gözlerini kısarak.
Onu tartıyordu. Aslında düşündüğü kişi olup olmadığını anlamaya çalışıyor gibiydi.
- Kraliçeyi bilirim, sarayın ne olduğunu da biliyorum. İnan bana onlara bulaşmak istemezsin.
Şafak sandalyesinden kalktı yavaşça. İçinde zümrüt olan kutuyu çantasına geri koyduktan sonra çantasını omzuna astı. Hafifçe başıyla selam verdi. Yine de çok sakin ve kibardı. Kız da ilk kez kendini sandalyesinde düzeltti ve onu izlemek için gözlerini pürdikkat açtı.
- Ne yapıyorsun?
- Eh, bu seni korkuttu. Korku, bu iş için istemediğim bir engel. Büyük loncalarınız var, eminim işi üstlenecek birini bulurum. Yine de teşekkür ederim zaman ayırdığın için. Bu iş ile ilgili konuşmazsan sevinirim.
Kız gözlerini korkuyla ona dikmişti, şaşkındı. Ne olduğunu anlayamıyormuş gibiydi. Bu aslında ona daha çok “Neden böyle çılgınca bir işi birilerine anlatayım ki?” der gibi bakıyordu.
- Güzel. Çünkü emin ol bilirim.
Bu son cümle Şafak’ın az önceki ses tonundan daha pesti. Üstelik korkutucu olduğunu söylemek yanlış olmazdı. Ancak kızı asıl yerine mıhlayan, bir an için gözlerinin içinde gördüğüne yemin ettiği alevlerdi. Ama bu o kadar kısa sürmüştü ki bir an sonra hafifçe tebessüm eden Şafak yeniden kibarca selam verip handan çıktı.
Hırsız şaşkındı hâlâ, az önce yaşadığı korkuyu düşünüyordu. Bir anda kan akışı hızlanmıştı sanki. Ama nedense şu anda da rahat hissetmiyordu. Az önce gördüğü şeyden emin olamıyordu. Şafak kimdi? Daha doğrusu neydi? Başının asıl şimdi belada olup olmadığını düşünüyordu. Tedirginlik içinde büyüyordu. Ayrıca bir an için kendinden beklenilenin büyüklüğünden kaçarak hayal kırıklığı yarattığını da düşünüyordu. Eline geçecek keseyi düşünmüyordu bile. Ama içinden bir ses, bu işin onu yıllardır istediği bir maceraya dâhil edebileceğini söylüyordu. Üstelik saraydan babasının intikamını almak için de iyi bir fırsattı. Tersi de olabilirdi. “En kötü ne olabilir ki?” diye geçirdi aklından.
- Ölürüm. Çok önemli bir şey değil.
Aynı anda sandalyesini yıkarcasına yerinden kalktı. Çok uzağa gitmiş olamazdı sonuçta. Kendini hanın kapısından dışarı attıktan sonra birkaç saniye durdu. Nereden gitmiş olacağını düşünüyordu. İç çekti. Hayatının fırsatını kaçırmış olabilir miydi acaba?
Fakat o çok oyalanmadan tam yanından bir ses geldi. Tüylerini diken diken o tonla sordu:
- Beni mi arıyorsun?
Hızla yana döndüğünde Şafak’ın kapının tam yanından bir ayağını duvara yaslamış, kollarını bağlamış hâlde durduğunu gördü. Çantası omzunda asılıydı ve sanki az önce konuşan o değil gibiydi. Gözlerine hafifçe gelen heyecan dalgasıyla kızmak arasında gidip gelse de uzaklaşmamış olmasından mutluydu.
- Biliyordun değil mi?
- Evet çünkü başta da dediğim gibi nedense bu heyecanı seveceğine emindim.
Şafak elindeki kutuyu hırsıza uzattı. Zümrütle gezme fikri her ne kadar gergin bir düşünce olsa da kendini kaybetmeden, hiçbir tepki vermeden kutuyu kendi çantasına koydu.
- Pekâlâ, şimdi ne yapıyoruz?
- Takip et beni, yol göstericimize gidiyoruz.
***
Zifirî karanlık bir sokakta, iki kişinin sığması imkânsız darlıkta bir alanda ilerliyorlardı. Bu yol gösterici her kimse şehrin en pis ve fakir sokaklarından geçmek zorunda olmalarına değen biri olursa hırsız kendini daha iyi hissedecekti. Bu sokakları bilirdi. Onlar için bile fazla karmaşık, tekinsiz yerlerdi. Pis işler yapan ve işi kanla olan topluluklar bile zaman zaman uzak durmayı tercih ederlerdi buradan. Ama en önemli özelliği bu sokakların sonunda suikastçıların çeşmesinin olmasıydı. Yer altı mağaraları vardı, oranın girişinin habercisi büyük ve buraya hiç uyumlu olmayan, şahane bir heykeli olan nefis bir çeşmeydi. Bu çeşmenin yüzyılları vardı, etrafındaki şehirleşmenin tamamen dışındaydı, sabitti.
Suikastçılar içlerine dâhil olmayı kolay kolay tercih etmediğiniz bir topluluktu. Apayrı bir dünyaları vardı. Onlardan birini bile tanımak demek, hayat boyu nerede ne konuştuğunuzun tartılması anlamına geliyordu. Üstelik bu sadece şehre özel bir durum da değildi, başka hiçbir toplulukta daha gevşek bir suikastçı topluluğu bulamazdınız. Birbirlerine sımsıkı bağlılardı. Ne yaptıklarını bilmeniz demek, onlara ya dâhil olacağınız ya da muhtemelen hayatınızın bir köşesinde onlardan biri tarafından öldürülebileceğiniz anlamına geliyordu.
Şehirde de durum bu yüzden biraz karışıktı. Çünkü saray, topluluğun gizeminden hoşnut değildi. Korkuyorlardı. Korkan bir saray ise gücünü sonuna kadar o korkuyu yok etmek için kullanabilirdi. Nitekim burada da durum böyleydi. Çok uzun zamandır saray, suikastçılara savaş açmıştı. İçlerine köstebekler sokmakla uğraşıp farklı diyarlardan askerler getiriyorlardı. Ancak hiçbiri yirmi senedir onların topluluklarını ortaya çıkartmayı başaramamıştı. Buradaki suikastçılar, tüm diyarlarda bulunan meslektaşlarından yardım alıyorlardı. Korunmak önemliydi. Destek ne kadar büyür ve coğrafi olarak genişlerse o kadar güçleniyorlardı. Yenilmez olan ünleri daha da büyüyordu. Aslında sarayın açtığı bu savaş da buna neden olmuştu. Hem onların daha kalabalık, bağlı ve güçlü olmasını sağlamış hem de hiç dikkatleri üzerinde değilken tüm soy ağaçlarının, tuvalet alışkanlıklarının, sevdikleri yemeklerin öğrenilmesine, buna benzer binlerce bilginin araştırılmasına neden olmuştu.
Bunlar aklından geçerken hırsız durdu.
- Suikastçı olma ihtimalin var mı?
- Benim yok ama onun var.
Bunu söylerken Şafak parmağıyla heykelin arkasındaki duvara yaslanmış, elindeki hançeri çevirip durarak bekleyen adamı gösterdi.
Hırsız dikkatle ona bakarken nefesini tuttu. Bu işin içinde sarayın olması bir noktaya kadar dayanılırdı ama bir ucunun öldürme makinalarına dokunması, gözünde bu durumu daha da ciddi boyutlara taşımıştı. Adamın elleri o kadar seri ve yumuşaktı ki hançerin hareket ettiği hâle ne şekilde geldiğini hesaplamak imkânsızdı, sadece yaptığı hareketle hipnoz olunabilirdi.
Yaklaştıkça karanlığın içinde bile belli olan koyu lacivert ve siyah saçlarının kısa bir atkuyruğu şeklinde sağ omzundan sarktığını fark etti. Kumaş gibi parlayan saçları vardı. Birkaç kısa perçemse gözlerinin üzerine düşmüştü. İster istemez saçlarını kıskanan bir kadın olarak hırsız kendi saçlarına dokundu. Bu şekilde olmasını nasıl sağlıyordu ki?
Başını onlara kaldırırken hırsız, adamın buz mavisi gözlerinin neredeyse beyaza yakın rengiyle parladığına yemin edebilirdi. Bir an için gözlerini alan renge bakmadan Şafak’ın peşinden ilerledi. Hırsızlar ve suikastçılar bir araya gelmezdi. Bu çok nadir olurdu.
- En son savaş çıkmıştı, diye yüksek sesle tamamladı hırsız düşüncesini.
- Evet, yüzyıl önce, dedi duvara yaslı adam.
Elindeki hançerle oynamayı hâlâ bırakmamıştı.
Şafak kaşlarını kaldırırken hafifçe tebessüm etti. Akrep ve yılanı aynı kovaya koymak gibiydi bu. Ama iş için şarttı. Hırsız da iyice yaklaştığında kollarını bağladı. Bir işte kendinden emin görünmek her zaman kazandırırdı. Üstelik burada kimseye güvenmiyordu. Şu an onu ne kadar kolay öldürüp ortadan kaldırabileceklerini düşündü. Bir an içi titremişti.
- Lütfen bana ismini söyleme, olur mu?
Suikastçı, muhtemelen hiçbir kadının direnemeyeceği kadar seksi bir gülümseme sundu önce. Hırsız, bu işin sadece bu gülümsemelere değebileceğini düşündü, istemsiz yutkundu.
- Kaşmir.
- Nasıl?
- İsmim Kaşmir.
Hırsız nefes çekti, alnını ovuşturdu sıkıntıyla.
- Neden ikiniz de bu kadar hevesliniz isimlerinizi söylemek için acaba?
Kaşmir yeniden gülümsedi. Aynı derecede seksiydi. Ne Şafak ne de Kaşmir ona ismini soruyorlardı. Bunun iki nedeni olabilirdi. Ya yeterince önemsemiyorlardı, işleri bitince kuyuya atabilirlerdi ya da korkuyorlardı ve yine işleri bittiği an, vakit bulduklarında kuyuya atabilirlerdi. 1.60 cm boyunda olduğunu düşünüp iki dev adama bakarken hırsız, bu işin sebebinin muhtemelen ilki olduğu gerçeğini kabul etti. Yine de ismini söylememe konusunda kararlıydı. Hırsızlar bunu sık sık yapmazlardı. İsim tehlike demekti. İçine girdiğiniz tehlikeden sıyrılmanızı imkânsız hâle getirirdi.
- Yol gösterici demiştim ya, Kaşmir sarayın haritası üzerinde çalışan ekibin lideri.
- Ah bir de ekip var tabii, dedi hırsız bunalmış bir şekilde.
Şafak ve Kaşmir birbirlerine bakıp tebessüm ettiklerinde çok fazla konuşmaması gerektiğini fark etti. Korktuğunu yeterine açık etmişti. Daha fazlası daha tehlikeli olurdu. Üstelik bu adamın karşısına çıktığı ilk andan beri de bunu kendine hatırlatıp duruyordu ama işte... Her zaman düşündüklerini ve doğru bildiklerini yapamayabiliyordu.
- Evet, ekip var. Biz beş kişiyiz. Saray ve özellikle bahçesinin haritasında neler keşfettiğimizi öğrenmezsen işini yapamazsın. Buna rağmen imkânsız olduğunu düşünüyorum, haberin olsun.
- İçim rahatladı, teşekkür ederim. Beş kişi de çok azmış gerçekten.
- Sabit ekip bu. Bir de yardımcılar var. On kişiyi buluyoruz.
Hırsız karanlık bir bakışla Kaşmir’in gözlerinin içine baktı. Ve... O gülümseme yeniden oluşmuştu. İnsanın içini eritmek böyle bir şeydi demek ki. Hırsız gözlerini kaçırdı. Şafak elinden bir anahtar çıkardı ve hırsıza uzattı.
- Bu, sarayın yakınlarında bir ev. Bir süre orada kalacaksın. Hem gözlemeni hem de hesap yapmanı sağlar. Bu arada bütün buluşmalar da orada yapılacak.
- Sarayın dibinde?
Hırsız için bu mantıksız bir fikir gibi gelmişti.
- Aynen öyle. Ev, sarayı gören sokağın ilk çizgisinde. Yeşil, alçıları dökülmüş bir yer. Dikkatli bakmazsan çok ilgini çekecek bir yer değil. Seni oraya götürmeyeceğim. Ancak biz yarın sabah oraya geleceğiz. Şimdi gidip yerleş ve dinlen, olur mu?
- Kahvaltını ben getiririm, uyumana bak.
Bunu diyen Kaşmir’di. İkisi de o kadar rahat görünüyordu ki hırsız ister istemez gerginliğinin kaybolduğunu hissetti. Anahtarı alıp arkasını dönmeden önce onlara abartılı bir reverans yaptı ve arkasını topuklarının üzerinde döndü. Sokaktan çıkana kadar onu gözlemelerini diledi. Bu bölgeden hiç hoşlanmıyordu. Sonra arkasından suikastçının buz gibi pes sesini duydu, yine de alaycılığı hissedebiliyordu.
⎯ Çok mu küçük, bana mı öyle geliyor?
Buna karşın gülümsedi. İlk kez bir suikastçıyla bu kadar uzun konuşmuştu. Ah bir de ismini biliyor olması gerçeği vardı ve bunu düşündükçe geriliyordu. Arkası dönük yürümeye devam ederken cevap verdi hırsız:
- Küçük değil. Neredeyse 1.60 boyundayım ben.
Ve yine o gülümseme, görmese de gözlerinin önünde belirmişti sanki...
***
Yıkık dökük olan yeşil evin manzarası doğrudan saraya bakıyordu.
İyi bir uykudan daha güzeli, heyecan dolu olması muhtemel bir güne uyanmaktı. Normalde bu harabeyi bile tutmak için bir sürü para saçmış olmak gerekirdi. Ancak zaten aslında her kimse Şafak’ın para sorunu olmadığı çok açıktı. Hırsız, onun gerçekte kim olduğunu merak etmemeye çalışıyordu. Ancak elinde değildi. İnanılmaz bir geçmişi olduğuna emindi. Bu kadar para nereden geliyordu? Bu hırs, saraya karşı olan bu tutum neden kaynaklanıyordu? Bunların hiçbirinin açıklamasını öğrenemeyecekti muhtemelen.
Evin içi boştu. Burası tek odalı bir evdi. Mutfak girişin hemen yanında, darmadağın taşlarıyla iki tezgâhtan oluşuyordu. Öte yandan odada cama yakın bir yerde tek kişilik bir yatak ve koyu sarı bir battaniye vardı. Pencerenin diğer tarafındaki duvarın önü tamamen büyük minderlerle kaplıydı. Hepsi siyahtı. Başka kumaş israf etmek istememiş gibiydiler. Odanın tam ortasındaysa tek bir tahta kare masa vardı. Dört kişilik bir masaydı bu. Ancak beş tane tahta sandalye dizilmişti etrafına. Tıkış tıkıştı ama muhtemelen ihtiyaç kadarlardı. Sıcak bir Çöl Şehri evine özgü keten tül perdeler yerlere kadar uzanıyordu. Hatta buraya girdiğinde sarayı iyice görebilmek için yaptığı ilk iş onları açmak olmuştu. Tabii ki şömine yoktu ancak bunun yerine içeriyi serinletmek için girişle diğer pencerenin üst kısmında karşılıklı ince bir pencere kısmı vardı. Rüzgârın içeri girerek hava akımını oluşturması için harika bir çözümdü.
Sarayı izlemek için dün gece çok zamanı olmamıştı. Uyku onu çabuk esir almıştı. Ancak şimdi güneşin kavuran ışığıyla onu seyretmek daha güzeldi. Saray o kadar büyüktü ki onun her yerini keşfetmek muhtemelen bir ayını alırdı. Bu yüzden bir keşif ekibinin oluşturulmuş olması oldukça akıllıcaydı. Bunu kabul etmek zorundaydı. Her ne kadar onlara güvenmiyor olsa da Şafak için elinde olmadan bir güven oluşmuştu içinde. En azından işi tamamlayana kadar korunacağına emindi.
Loncadan şimdilik kimse aramaya başlamamıştı ama muhtemelen birkaç güne başlayacaklardı. O zaman soracaklardı: “Neyin peşindesin?”
Para işin içindeyse hırsızlar yalnız çalışmak için sessiz kalırdı. Bu yüzden bu işin içinde çok para olduğunu bileceklerdi. Lonca da bu işten pay almak için sahiplenme oyunu oynayacaktı ancak bu konuda neyse ki hırsız da ta en baştan önlemini almıştı. Loncayla her zaman bir mesafesi olmuştu. Onu arayıp soran birkaç kişi olurdu, en tepedeki adamlarla iletişim kurmaktan her zaman kaçınmıştı. Zaten bu yakınlığı kurmasına engel olan başka meseleler de vardı.
Ivan çok ciddi bir liderdi. Yakınlıkları konusunu ise mesafeli olmaya iten aynı zamanda kendisiydi. Ne kadar büyük adamlarla iş yaparsanız hırsız loncası o kadar sizi kendi malı olarak görmeye başlardı. Bu da babasından öğrendiği en önemli şeydi. Babasının hırsızlar arasında daha büyük bir ünü vardı. Ta ki saraylı muhafızlar tarafından öldürülene dek. Bu çok sevimsiz bir hikâyeydi ama yine de bu ana kadar onda saray fobisi oluşturduğunu fark etmemişti. İşi kabul etmekte bu kadar zorlanmasındaki temel sebep buydu. Bir muhafız tarafından öldürülmek de değil babasının anısının dibinde olmak onu geriyordu.
Bu düşüncelere dalmışken kapının çalınışıyla yerinden zıpladı. Sonra gülümsedi, kapıya doğru giderken:
- Tam zamanında, açlıktan ölmek üzereydim, diye söylendi.
- Evet, tahmin edebiliyorum. Biraz geciktim ama buna değecek.
Kaşmir, ona sadece bir kere bakıp içeri girdi. Elinde kese kâğıdı vardı ve içi birkaç paketle doluydu. Bunlar her neyse girdiği andan itibaren kokusuyla hırsızın başını döndürmüştü. Suikastçı masaya paketi bıraktıktan sonra camın önüne gidip saraya doğru baktı. Kollarını bağlamış, bir anda sessizleşmişti. Önce biraz daha yaklaşıp emin olmaya çalışıyor gibi gözlerini kıstı. Kıstığı gözleri arasından sanki buz mavisi gözleri ışık sızdırıyor gibi görünüyordu.
-Çok güzel, dedi hırsız iç çekerek.
Bunu dediği an yüksek sesle konuştuğunu fark edip gözlerini kocaman açtı. Kaşmir yan gözle ona bakıyordu.
- Ne güzel?
Hırsız sırıttı ama konuşmadı. Kaşmir de irdelemedi, gözlerini yeniden saraya çevirdi. Ama keyfi kaçmış gibi görünüyordu. Çok ciddileşmişti. Etrafındaki enerji değişmişti sanki.
- Neyin var, diyerek hırsız tedirgin bir şekilde sorarken saraya çevirdi gözlerini.
- Sarayın bahçesini değiştiriyorlar. Üstelik ana kapının önündeki duvarları da değiştirmişler.
⎯ Ne! Bugün mü?
⎯ Evet, muhtemelen dün gece.
⎯ Nasıl bu kadar çabuk yapabilirler ki?
⎯ Büyücülerin ününü duymadın sanırım. Saray, askerlerinden çok büyücülere sahip olsaydı yenilmez bir imparatorluk olurdu.
Kaşmir sıkıntıyla iç çekip kendini pencereden uzaktaki mindere bıraktı. Sıkıntısı odanın her yerine kara bulutları çağırmıştı sanki. Hırsız ona soru sormadı, yavaşça masaya gidip bir şeyler yemek için oturdu. Sarayın bahçesi bir labirentti. Labirentlerin çözülmesi zaten başlı başına bir olaydı. Çözüldükten sonra tek bir duvarının bile değişmesi demek, işe baştan başlamaları anlamına gelirdi. Üstelik labirentlerin psikolojik baskısını da unutmamak gerekirdi. Hırsız küçükken bir sınav sırasında labirent olmayan bir odada sırf ona labirent olduğu söylendiği için kaybolmuştu. Bu, gerçek bir hikâyeydi. Gerçekti ve zavallıydı.
⎯ Gerçekten büyücüler var mı? Onların efsane olduğunu düşünüyordum.
⎯ Değil. Zamanında soylarını tüketen bir kral vardı. Geriye on iki tane kaldılar ama dört tanesi sarayda.
Hırsızın gözleri büyüdü. Dört tanesinin sarayda olması demek, eskiden her krallıkta bir büyücü izni olması ihtiyacıyla karşılaştırılınca korkutucuydu. Ayrıca o soy tüketen krala ne olduğu hakkında da hiçbir fikri yoktu. Onca büyücüyü öldürmeyi başarmışken nasıl durdurulmuştu acaba?
- Galiba seni düşündüğümüzden daha zor bir iş bekliyor hırsız.
- Bence daha zor diye bir şey yok.
- O kadar emin olma. O bahçe tam bir cehennem.
Kapı çaldığında hırsız ayağa kalkmaya meyillenmişti ki Kaşmir zaten çoktan oradaydı. Böyle zamanlarda öldürmek istedikleri kişinin ellerinden kurtulması gerçekten de imkânsız görünüyordu. Çok hızlılardı, çok sessizlerdi. Bir hırsızın yeteneklerinden fazlasına sahiplerdi üstelik. Güçlü fizikleri vardı. Bu hız ve sessizlikle kocaman bedenlere sahip olmak tanrı tarafından sunulan bir lütuftu. Öldürme konusunda bocalamayacak kadar da acımasızlardı. Bu da başka bir artıydı.
İçeriye giren zeytin kadar siyah gözleriyle neredeyse öfkeli denilebilecek bir yüze sahipti. Üzerinde deri bir yelek ve bileklerine dolanmış başka derilerle biraz tedirgin ediciydi. Saray muhafızları kadar kısa kesilmiş saçları, kafasının yuvarlak şeklini ortaya çıkarıyordu. Güzel bir yüzü vardı ama o kadar kızgın bakıyordu ki onu inceleyecek kadar ona bakamıyordunuz.
⎯ Şafak nerede?
Bunu soran Kaşmir’di. Kapıyı kapatırken sanki hırsız orada değilmiş gibi davranıyorlardı. Ancak bu iyi sayılabilirdi. Yemek yemekle meşgul bir kadın, kimsenin onu izlemesini istemezdi.
⎯ İşi varmış.
⎯ Duvarlar değişmiş.
⎯ Evet, az önce fark ettim.
⎯ Ne yapıyoruz?
⎯ Şahinleri yollamam gerek. Tamamen başka bir harita oluşmuştur muhtemelen.
Kaşmir, gözlerini hırsıza çevirdi ve bir an için yine o tebessümlerinden birini gönderdi. Hırsız üzerindeki gerginliğin kaybolduğunu hissetti.
⎯ Tori, tatlı hırsızımızla tanış.
Adam gözlerini biraz daha sakince çevirdi hırsıza. Ama konuşmadı. Başıyla selam verdi. Sonra cama yaklaştı. Pencereyi açıp dışarıya doğru ıslık çaldı. Birkaç dakika sonra cama akın eden iki şahin, pencereden içeri girip Tori’nin kollarına kondu. Hırsızın gözleri öylesine kocaman açılmıştı ki sürekli şaşırmak zorunda kalacağı bu garip olayın içinde bu yüzden muhtemelen göz ağrısı problemi çekmeye başlayacaktı.
Şahinler, sakince sahiplerine baktılar. İnsanın ruhunu okşayan bir tınıyla, hiç kimsenin haberdar olmadığı bir dille konuşmaya başladı Tori. Gözleri bir mürekkep kadar yoğun bir şekilde siyahla dolmuştu. Gözlerinin beyazlığı kalmamış, sanki içine şeytan girmiş gibi korkutucu bir şekle dönüşmüştü. Onlara fısıldarcasına bir şeyler anlatıyordu. Kaşmir, bu durumu umursamıyormuşçasına bıraktı kendini minderine. Hırsız ise gözlerini ondan ayıramıyordu. Şahinler kısaca birkaç ses çıkardıktan sonra pencereden uçup kayboldular. Tori’nin gözleri normale dönmüştü.
-Gerçekten mi, dedi hırsız.
Şaşkınlığı devam ediyordu. Hatta bu şaşkınlığın içinde hayranlık da vardı.
- Onlar olmazsa haritayı nasıl çıkarabiliriz? Burası kaç dönüm, haberin var mı?
Cevap veren Kaşmir’di. Tori konuşmamış, hatta gülümsememişti bile. Terslemiyordu ama çok ilginç bir şekilde çekingen davranıyordu. Hırsız onu zorlamamaya karar verdi. Hayranlıkla gidip minderlerden birine oturmasını izledi. Sonra masadaki yemeklerden yemeye devam etti.
Her oyuncunun rolünün bu kadar büyük olması korkutucuydu. Ama şu an onlara neden ihtiyacı olduğunu daha iyi anlıyordu. Yalnız çalışmak da neydi? Mahşerin atlıları etrafını sarmıştı sanki. Bir an için kendini o kadar güçlü hissetti ki gülümsedi. Onu izleyen Kaşmir’in düşündüklerini duymuşçasına karşılık verişini de bu yüzden kaçırmıştı.
***
Uyuyakaldığını biliyordu. Hırsız üzerini örten kimdi göremedi, yine de hayal meyal gördüğü silüetin Tori’ye benzediğini düşündü. Çekingen ve soğuktu ama yumuşak kalpli olduğuna da emindi. Nedense onda böyle bir etki bırakmıştı. Bakışlarının sıcak olduğunu düşünüyordu. Üstelik çok etkileyici bir gücü vardı. Şahinler kaç kişi için uçardı ki?
Kapı hızla vurulduğunda önce inat etti uyanmamak için. Ancak bu ses biraz daha yüksek hâle gelince duymazlıktan gelmek çok daha zordu. Bu yüzden kendini sakinleştiremeden fırladı ayağa. Şafak içeri girmişti. Ter içindeydi ve çantasını fırlatır fırlatmaz cama koşmuştu. Herkes tedirgin bir şekilde ayağa kalktı. Onu izlemek ve sessizce kuğu kadar akıcı hareket etmesini izlemek güzeldi, yine de onun kadar heybetli bir adamın endişelenmiş olması tedirgin edici oluyordu. Üstelik şimdiye kadarki tüm süreçlerde aralarında en sakin ve kendine güveni en çok olan oydu. Şimdi de bir şeyden korkuyor gibi değil daha çok anlamaya çalışıyor gibiydi.
⎯ Şehri süvariler dolaşıyor.
⎯ Genelde bu hep olur, dedi sakince hırsız. Aralarında ilk yorum yapan yine kendisi olmuştu. Bu tez canlılığından nefret ediyordu. Çenesini tutabilse durumu anlayabilirdi. Düşünmesi gereken aslında tam olarak: “Bu adamın bile endişelenmesine sebep olan süvari ne olabilir?” şeklinde olmalıydı.
⎯ Onlar değil. Beyazlar dolaşıyor.
Hırsız gözlerini kocaman açtı. Kaşmir “Ah harika!” derken kendini sandalyeye bırakmıştı. Tori tepki vermedi ancak düşüncelere daldığı kesindi. Beyazlar on kişilerdi. Özel bir ekipti. Onlarla karşılaşmayı kimse istemezdi. Üstelik şehir halkı da Beyazlar ortada dolaştığında işlerin yolunda gitmediğini bilirdi. Hırsız, onlarla ilgili duyduğu hikâyeleri düşündü. Büyücüler tarafından korunuyorlardı ancak güçlerinin benzeri olmadığından da bahsediliyordu. Komutanları Kans’dı. Beyaz Prens deniyordu ona. Hırsız nedenini hiç bilememişti, onu hiç görme talihsizliği olmamıştı. Fakat artık o şerefe de nail olacak kadar bela bir işe bulaşmış olduğunu anlamıştı.
Sarayın çok geniş bir şehir istihbaratı vardı. Hiç tahmin edilemeyen kişiler, farkına bile varmadan sizin bütün aile ağacınızı öğrenebilirdi. Çok yetenekli istihbaratçıları saray için durmadan bilgi taşırdı. Onların bu takdire şayan yetenekleri ödeme olarak da elbette ki bol keseden karşılığını görürdü. Saray için bilgi değerliydi. Hem de çok.
⎯ Şahinler ne zaman gelir Tori?
⎯ Yarım günden fazla oldu, 1-2 saate gelmiş olurlar.
⎯ Şehirde dolaşmanız sorun olacak gibi gözüküyor, her kimden bilgi gittiyse artık neye benzediğinizi de biliyor olabilirler. Kaşmir, ekibin hepsini buraya çağır olur mu? Ama dikkatli olsunlar.
⎯ Peki, bu daireyi bulamayacaklarına nasıl emin olabiliyorsun?
Hırsız tedirgin bir şekilde sormak zorunda hissetmişti. Bu detayı hesaplayamayacak kadar amatör değillerdi fakat bazen önemsiz şeyler, önemli olabilir ve gözden kaçabilirdi. En azından bunun bir nedeni varsa bile sebebini bilmek istiyordu.
⎯ Burası güvenli, sorun yok.
Şafak ilk kez açıklama yapmadan konuyu kapatmıştı. Her neyse nedeni, bu konuda oldukça emindi. Hırsız dairenin içini inceledi. “Burası neresi?” dedi içinden. Görünenden fazlası olabilir miydi?
Gece saatlerine kadar diğer ekip arkadaşlarından endişeyle haber toplamaya çalışan Kaşmir, hiç oturmadan dairenin içinde bir oraya bir buraya hareket ediyordu. O kadar korkuyor ve o kadar tedirgin oluyordu ki hırsız bu endişeden ötürü buruk hissediyordu. Aralarındaki bağ çok özel olmalıydı. Hırsızlarda böyle şeyler olmazdı. Kimseyle iki kez çalışamazdınız bazen. Kimseye güvenemezdiniz ve kimseden yardım isteyemezdiniz. Ortak bir çıkar için harekete geçerdi loncalar. Diğer türlü daima tek başınaydılar. Bu yüzden bu endişeyi anlamak güçtü onun için ancak birinin kendi içinde aynı şekilde tedirgin olmasını isteyebileceğini düşünmeden edemiyordu.
Altı saatten fazla geçmişti...
Gecenin sessizliğinde Tori şahinlerinin anlattıklarını düzenlerken herkes sessizce köşesinde oturuyordu. Kaşmir ve Şafak ara ara plan yapmaya çalışıyordu ancak yine de bu oldukça kısa sürüyordu çünkü hemen kafaları dağılıyordu. Hâlâ hiçbir şey yerli yerinde olmadığı gibi değişen duvarlarla beraber plan tamamen farklılaşmak zorunda kalmış, bir de üzerine endişe eklenmişti, yani beyazlar.
Şehrin bütün sessizliğinde toynak sesleri sokağa girdiğinde herkesin gözleri fal taşı gibi açıldı. Pencereye doğru yaklaşıp aşağı bakmaları birkaç saniyelerini almıştı. Hiçbir lekesi olmayan gri bir at üzerinde, cübbesiyle tamamen başını örttüğü için kim olduğunu göremedikleri bir atlı geçiyordu. Beyazlardandı. At o kadar uzundu ki bu şehirde bu atlar sadece onların olabilirdi. Üstelik atın parlaklığı da üzerinde büyü olduğunu anlatır gibi ışıl ışıldı. Kimse hırsız kadar tedirgin görünmüyordu. Çünkü hırsız hâlâ anlayamıyordu bu dairenin ne olduğunu. Nasıl olur da bekledikleri bu yerde, bu kadar güçlü bir istihbarat şehriyken bulunamazlardı? Süvarilerin bulamadıkları biri var mıydı? Şimdiye kadar duyulmamış şeydi.
Atlı apartmanın tam kapısının önünde durdu. Hırsız soluğunu tuttuğunu fark etmişti. Gözleri kocaman açılmış, içeridekilerin tepkilerini gözlüyordu. Kaşmir, bunu fark etmiş gibi rahatlatıcı bir bakış atmıştı buz mavisi gözleriyle. Ama nasıl olduğunu açıklamadıkları sürece burada güvende olduğuna inanası gelmiyordu bir türlü.
Süvari cübbesini açmadı ama yavaşça başını kaldırdı yukarıya doğru. Tam da oldukları cama doğru! Hırsız kaşlarını kaldırmıştı, hâlâ görülemez olduklarına inanıyor olmaları gerçekten gamsızlık gibi geliyordu. Binicinin gözlerinin bir an için beyaz parladığını sandı hırsız. Ama sonra aşırı stresten hayal gördüğünü düşündü. Sonra gerçekten de süvari başını indirdi ve sokakta ilerlemeye devam etti. Ya hakikaten hiçbir şey fark etmemişti ya da ne olup bittiğini fark ettiği için daha akıllıca bir planla buraya gelecekti. Her iki durum da korkutucu geliyordu. Beyazların bile göremediği bir dairenin içinde olmak da çok rahatlatıcı değildi hırsız için. Anlamadığı şeyler onu çok rahatsız ediyordu. Aksi gibi bu iş daha başlamadan aslında hiçbir şeyi anlayamıyor olduğunu görmüştü.
⎯ Biri lütfen söyleyebilir mi? Nasıl oluyor da görülemiyoruz?
⎯ Bir monkumuz var da ondan.
Cevap veren Kaşmir’di. zaten bu ekipte konuşmaya meyilli tek kişi o gibi hissetmeye başlamıştı hırsız. Bu onu, ona daha yakın olmaya itiyordu. Tek sebep bu değildi elbet. Gülümseme kısmını düşünmeden bu konuyu geçiştirdi.
⎯ Monk mu? Buralarda onlardan olmadığını sanıyordum.
⎯ Herkesin evinde dua ettiğini biliyoruz ama başka bir sürü özelliğe sahip komşu şehirleriniz olduğunu fark ettin mi?
Hırsız buna cevap vermedi. Haklı olabilirdi. Şehirden daha önce hiç dışarı çıkmamıştı. Çıkabileceğine de inanmıyordu. Babasının öğütlerinden biriydi. Başın belada bile olsa bildiğin ve her konusuna hâkim olduğun bir şehirde her zaman güvende olacağını söylemişti. “Adamcağız bu işlere bulaşacağımı düşünememişti muhtemelen.” diye geçirdi aklından. Hırsız yeniden aşağıya baktı. Sokak boştu, her şey yolunda gözüküyordu. Monk ile korunan bir dairede olduğunu bilmek içini rahatlatmıştı aslında. Her ne kadar anlamadığı bir iş olsa da tanrıların kutsallığı, büyüden daha güvenli hissettiriyordu. Bu işleri daha dayanılır yapıyordu. Sonra kimsenin konuşmadığı atmosferde Tori’nin sesi duyuldu:
⎯ Harita tamam, haydi başlayalım.
Hırsız iç çekti. Hiç vazgeçmeyecekler diye düşünürken endişeyle saraya ve süvarilerin binasına bakıyordu. Bu iş hiç bitecek gibi değildi. Her hâlükârda bunu yapacaklardı.
Devamı için kitaplar bölümünde "Çöl Hırsızları" kısmına gidebilirsin.
コメント